Kitabın tarihi ve gelişimi, tarih yazı ile başlar. Bilginin gelişimi, birikimi, aktarımı ve yayılması en kolay şekliyle yazı ile sağlanır. Yazı tüm insanlığın ortak belleğidir. Antik Çağ’dan başlayarak günümüze kadar gelen, bilgi aktarımında en etkili araç olan kitabın tarihsel sürecine gelin hep birlikte bakalım.
Antik Çağ döneminde, bugün modern anlamda kullandığımız kağıtlara rastlamak imkansızdı. Bu nedenle ilk insanlar, ağaç kabuğundan ya da çamurdan yapılmış kaplara, keten bezden kil tabletlere kadar çok çeşitli yere yazı yazabilmişler.
Kil oldukça yumuşak bir yapı olduğundan, kil tabletlere yazı yazmak da gayet mantıklı bir seçimdi. M.Ö. 3. yüzyılda kullanılmış olan kil tabletler günümüze de ulaşmıştır. Çivi yazısını andıran bu tabletleri Asur ve Sümerliler kullanılmıştır. Günümüzde Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde Asurlular’dan kalan bu kil tabletleri görmek mümkündür. Bu tabletlerden Babilliler, Asurlular ve Sümerliler kendi uygarlıklarının kütüphanelerini bile oluşturmuşlardır. Ayrıca o dönemde, Ninova ve Babil’de kitap üreten atölyeler de bulunurdu.
M.Ö. 3300’lü tarihlere geldiğimizde artık bir çeşit kağıt olan papirüsü görmeye başlarız. Mısırlılar tarafından icat edilmiş olan papirüs, etkisini M.S. 11. yüzyıla kadar sürdürmüştür. Bir şekilde, uygarlıkların birbirleri ile olan ticari etkileşimleri sonucu diğer toplulukların da tanımaya fırsat bulduğu papirüs, uzun süre etkili bir şekilde kullanılmıştır. Nil Nehri’nin yakınlarında yetişme fırsatı bulan papirüs bitkisinden elde edilen bu kağıt, dünya üzerinde bulunan en eski kitapların da ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. Papirüs genelde rulo yapılarak kullanılıyordu ve insanların katlayarak, kolayca taşımasına olanak sağlıyordu.
Mısır’da papirüs kullanılır iken paralel dönemlerde de Çin’de bugünkü kitaplara benzer şekilde ilk kitaplar görülmeye başlanmıştır. İnsanlar çizgiler oluşturarak yazı yazıyorlardı çünkü papirüs gibi ince olmayan ağaç kabuklarına ya da kemiklere yazı yazmak oldukça zordu. Papirüs’ün elde edildiği bitki yalnızca Mısır’da Nil havzasında yetiştiği için Çin’de o dönemlerde papirüse rastlamıyoruz. Bu nedenle Çinliler kalın ağaç kabuklarını kullanmak zorundaydılar. Bir süre sonra bu ağaç kabukları yetersiz kaldı ve insanlar da oldukça pahalı olan ipeğe yazı yazmaya başladılar.
Papirüsün, Mısır’daki Nil havzasında yetişen bitkiden elde edildiğini ve ancak Mısır ile iletişim halinde bulunabilen uygarlıkların da papirüsten faydalanabildiklerini söylemiştik. Bu noktada papirüs; ağaca, kile, ipeğe ya da keten bezlere göre daha kullanışlı olsa da bulunması bakımından elde etmek oldukça zordu. Grekler papirüsü M.Ö. 7. yüzyıldan M.S. 4.yüzyıla kadar kullanmışlardır.
Papirüsün kullanımı azaldıkça bir başka önemli malzeme ortaya çıkmıştır. Parşömen yani Latince ince deri anlamına gelen membranae, hayvan derisinden elde edilebildiği için coğrafya fark etmeksizin papirüsün tersine hemen herkesin ulaşabileceği bir kağıt çeşidiydi. Ayrıca papirüse göre daha dayanıklı olan, katlanabilen yırtılmayan ve yıpranmayan bir kağıt cinsiydi.
Bu nedenle uzun yıllar etkisini kaybetmeden kullanılmıştı. Parşömenin iki yüzüne de yazı yazılabildiğini keşfettiklerinde de artık kağıtları rulo yapma devri bitmiş ve üst üste eklenebilen sayfalar ile kitapların önü açılmıştı.
Parşömenin ortaya çıkışı ile bugünkü kitapların atası olan kodeksler de karşımıza çıkmaya başladı. Kodeksler, katlanarak bir araya getirilmiş bu şekilde birbirlerine tutturulmuş sayfalardan meydana geliyordu.
İlk başlarda kodeksler bal mumu ile kaplı ahşap malzemelerden yapılıyordu. Parşömenin keşfi ile yaygın biçimde parşömen kodeksler tarih sahnesine çıkmaya başladı. Kodekslerden önce rulo halinde kullanılan kağıtlardan bahsetmiştik. Kağıtlar birbirlerine yapıştırılmak sureti ile uzatılıyor ve tomar halini alana kadar rulo haline getiriliyordu. Kodekslerin ortaya çıkışıyla insanlar arasında tomar ve kodeks kavgası başladı. Tomarı kullanmaya alışmış olan muhafazakar kesim geleneklerini bırakmak istemiyordu. Ancak tomar şeklindeki kağıtları okumak oldukça zordu.
Birbirlerine eklenmiş şekilde neredeyse bir insan boyunu geçen kağıtların sarılı sarılı okunması ve o kağıtlardan bilginin aranması uğraş gerektirecek bir işti ve metin yazılarının sadece ön yüze yazıldığını düşündüğümüzde tomar halindeki rulo kağıtların ne kadar uzun olduğunu hayal etmek hiç zor değil. Bu nedenle kodeksler ciddi anlamda yarar sağlayabilecek bir buluştu. Tomar/kodeks kavgasında kodekslerin galip gelmesinde Hıristiyanların rolü ise büyüktür. Hıristiyanlar, Kutsal Yazılarını kodekslere yazmışlardı. Hıristiyanlar tarafından kullanımı, kodekslerin pratikliği ve ekonomikliği onun yaygınlaşmasına yol açmıştı. Ayrıca kodeksler, Hıristiyan vaizlerin kolayca vaaz vermesini de sağlıyordu.
Modern kitabın ortaya çıkmasını sağlayan kağıt Çin’de M.S. 1.yüzyılda keşfedilmişti. Çinliler bahsettiğimiz üzere ilk başta ağaç kabuklarından sonra ise oldukça pahalı bir yöntem olan ipekten yararlanmışlardı. Çin’de kağıdın bulunuşu ile bu zorluklar ortadan kalkacak ve yazı yazma işlemi hem çok daha kolay hem de çok daha ucuz olacaktı. Çinliler kağıdı çok çeşitli alanlarda kullanıyorlardı. Resim için, ambalaj olarak, tuvalet kağıdı olarak ya da ev eşyası ve kıyafet yapımında da kullanmışlardı. Kuşkusuz kağıdın en büyük özelliği, bilginin yazılımı ve aktarımı idi. Bu da, bölgedeki uygarlık düzeyinin diğer uygarlıklardan çok daha yüksek olmasını sağlayacaktı.
Kitabın tarihsel gelişiminde kağıdın aşama aşama gelişimi kadar matbaanın gelişimi de oldukça önemli bir olaydır. Matbaa ortaya çıkasıya kadar kitaplar el yazması şeklindeydi. Hıristiyanlar tarafından kullanılan kodeksler olduğu kadar rulo halinde kullanılan tomar kağıtlar da vardı. Zaman içerisinde daha kullanışlı olan kodeksleri Hıristiyanların kullanmasından dolayı el yazımı kitapların oluşturulması ve basılması işi kilisenin işi haline geldi. Kitap çoğaltma işleri “scriptoirum” adlı yazı atölyelerinde gerçekleşiyordu.
Bütün bir Orta Çağ boyunca kitapların çoğaltım şekli el yazması şeklinde gerçekleşti. Eski Romalılar cilt anlamına gelen bu kitaplara “volumen” diyorlardı. Müslümanların da bu bölge ile olan iletişiminden sonra M.S. 7. yüzyılda kilise tarafından basılmış olan bu eserler Arapça’ya çevrildi ve çoğaltıldı. Resimde ve mimaride olan değişimler yazı yazma sanatını da etkilemişti. 8.yüzyılın sonlarından itibaren Roman yazı sanatı etkili olmuştu. Bu yazı tipi 11. ve 12. yüzyılda kendini Gotik yazı sanatına bırakmıştı. Gotik yazma sanatı, Roman’a göre daha sıkışık ve dar şekilliydi. 13.yüzyıldan itibaren ise üniversitelerin ortaya çıkışıyla yazı yazma sanatı özgürleşmiş ve kiliseye bağlı olmayan kurumlarda da kendini göstermeye başlamıştı. Hat sanatı, kitap süsleme sanatı, minyatür sanatı da paralel dönemde gelişmişti.
Çinlilerin M.S.1. yüzyılda kağıdı keşfettiğini söylemiştik. Çinliler tarafından keşfedilen kağıdın Avrupalılar tarafından da fark edilmesi ve kendi bölgelerine yaymaları dönüm noktalarından biri olmuştur. 751 yılında gerçekleşen Talas Savaşı, bilindiği üzere Çinliler ve Müslümanlar arasında gerçekleşmişti. Müslümanlar tarafından esir olarak alınan bir kısım Çinli’den, kağıt ve kullanımı öğrenildi. Böylelikle önemli İslam merkezleri olan Bağdat, Şam, Kahire gibi şehirlerde kağıt üretimi başladı. 12.yüzyıldan itibaren Müslümanların İspanya ve bazı Avrupa bölgelerine geçişiyle, bu sefer kağıt Avrupalılar tarafından öğrenildi.
Çin’in hem kağıt hem de matbaa keşfinde öncü olduğunu biliyoruz. Kağıt gibi matbaa da Çinliler tarafından keşfedilmiş bir diğer buluştu ki ilk kitabın Kuzeybatı Çin’de görülmesi bundandır. Diamond Sutra isimli bu kitap, dini içerikli bir kitaptı ve Buda’nın öğretilerini kapsıyordu. 7 sayfadan oluşan bu kitap, 1990 yılında Taoist bir rahip tarafından Türkistan’daki Bin Buda Mağarası’nda bulunmuştu.
Daha önce Uzakdoğu’da çeşitli şekillerde ilkel bir yolla matbaa keşfedilmişse de 1455 yılında Johann Gutenberg tarafından keşfedilen günümüz matbaasının atası olan matbaa, Avrupa’daki kültürel gelişimi yadsınamayacak şekilde etkilemiştir. Gutenberg, ilk olarak yardımcıları ile beraber Latince Kitabı Mukaddes’i basmıştır. Bu yıllardan sonra matbaacılık bir iş kolu olarak yükselmiş ve bütün Avrupa’da yayılmıştır. Elbette bu durum, her Avrupalının İncil’i kendi dilinde okumasını sağlamış ve sadece kilise tarafından bildirilen öğretilerin, İncil’den çok daha farklı olduğunun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bunun sonucu olarak da kiliseye ve onun dayatmalarına başkaldırı, kültürel bilinç ve birikimin oluşması, yayılması yani Rönesans hareketi kendini göstermiştir. Yüzyıllar boyu süregelen kağıdın formdan forma girerek şekillenmesi ve bilginin yayılmasının matbaanın bulunuşu ile taçlandırılması, kaçınılmaz bir şekilde Avrupalı halkı bilinçsel düzeyde etkileyecekti.
Matbaanın ortaya çıkışından önce dünyada yalnızca 30.000 kadar kitabın yani el yazmasının olduğu düşünülüyor. Bugün matbaanın bulunuşundan itibaren gelinen nokta ise düşündüğünüz gibi muazzam. Bilginin kayıt altına alınması, insanların farkındalıklarının oluşması, okur-yazar oranının artması, sosyo-kültürel anlamda toplum değişimlerine yol açması bakımından hemen her alanda yaşadığımız dünyayı şekillendiren en değerli şeylerden biri, yazı-kağıt-matbaa üçlüsü. Matbaa, elbette kütüphaneleri de olumlu yönde etkiledi. Matbaa sayesinde kütüphanelerde daha fazla kitap bulunabiliyor, bunlar rahatlıkla basılıyor ve insanlara ulaştırılıyordu. İnsanlığın ortak değerleri olan kütüphaneler, bu gelişmeler sonucu kendini etkin bir şekilde gösterebilmişti. Örnek olarak; 1600’lü yıllarda Viyana’da bulunan Hof Bibliothek Kütüphanesi’nde 10.000 adet olduğu varsayılan kitapların sayısı, 1680 yılında 80.000’e çıkmıştı.
Bu baş döndürücü gelişmeler insanlık tarihinin yapı taşlarını oluşturur. Bugün tarihten bahsedebiliyorsak, bunu yazıya ve onun getirileri olan kağıt - kitap ve matbaa üçlüsüne borçluyuzdur.