Hâkim bir uyuma ihtiyacı altında hayaller bir müddet daha karşımda dans ediyorlar, musiki nağmeleri, renkler, dalga gürültüleri bulanık suda yıkanan ay gibi kâh görünüp kâh kayboluyorlardı. Bu esnada gözlerim kapandı. Uyanıp yeni bir sergüzeşte atılmak için derin bir uykuya daldım.
Fakat nasıl uyandığımı anlatmadan evvel şunu itiraf etmeliyim ki: Bütün hadiseler, hisler müdafaasız, aciz yakaladıkları ben zavallıyı insafsızca hırpalamak için karar vermişler, üzerime hücumlarını tazelemekte yarış ediyorlardı.
Bilemeyiz ki maddî aşkın gövdesi nerededir?
Oradan biz faniler üzerine dallanarak, uzanıp gelen bu tatlı ateşin kaynağı nasıldır? Nedir?
Bununla beraber ben aşkın güneşten doğduğuna inanıyorum. Hayat dahi güneşin ta kendisi, kuvvetin ebediyeti ise yine güneşli bir tecelli sayılamaz mı?
Nicolas Segur’un bu romanı ilk 1948 yılında dilimize -Şehvetin Sırrı- ismiyle çevrilmiştir.
Günümüzde tekrar okurlarıyla buluşan eser; Okuyucuya hoş görüyü, affı, unutmaya dayanan bir duygunun hakiki kadınlık pişmanlığına boyun eğmesini, yenilmez sanılan erkek gururunun feragat göstermesini, şehvetin ve aşkın beraberinde getirdiği pişmanlığı en içten duygularla gösterecektir.
Nicolas Segur’un dilimize yeniden çevrilen muhteşem eseri okuyucuya; Venüs’ün yaşadığı aşkın ve şehvetin pişmanlığa doğru giden serüveninin hikayesini tüm gerçeklikleriyle sunuyor…