Ingiliz edebiyatinin kurucusu olarak kabul edilen Geoffrey Chaucer’in Troilus ile Cressida adli uzun siiri, Troya Savasi efsanesinden, dolayli yoldan esinlenen trajik bir ask hikâyesidir. Bazi arastirmacilar ve yorumcular, Troilus ile Cressida’yi yazarin en büyük eseri olarak görürler – en azindan, tamamlanmis en büyük eseri. Zira daha çok taninan ve okunan Canterbury Hikâyeleri tamamlanmis halde degildir. Chaucer, yeniden kurguladigi canli ve gerçekçi karakterleriyle, bunlarin âdeta psikolojik tahlilleriyle, inandirici diyaloglar ve olay örgüsüyle, yüce gönüllü, sevecen, anlaticinin karakterlerden biri oldugunu düsündürten içten ama kimi zaman da mizahi ve hatta alayci anlatimiyla kendini gösteren bu siiriyle yalnizca Ingiliz edebiyatina degil, dünya edebiyatina da ölümsüz bir basyapit armagan etmistir. Bütün çaglara hitap eden bu muhtesem eserde, insan yasamini hem acinasi hem de gülünesi bir deneyim haline getiren çeliskileri sefkatle, anlayisla ama uyanik bir tutumla gözlemleyerek yaziya geçirmistir. Edebiyat elestirmenleri Troilus ile Cressida’nin hem siir hem roman, üstelik çagimiza uygun modern bir roman sayilabilecegi konusunda hemfikirdirler. Nevill Coghill, eser için “Ingiliz edebiyatinin hem en acikli hem de en eglenceli ask öyküsüdür,” derken Mîna Urgan Cressida’yi “Ingiliz edebiyatindaki ilk gerçek kadin portresi” olarak tanimlar. Borges ise söyle der: “Chaucer’in Ingiliz siirinin babasi sayilmasi kesinlikle abarti degildir. Shakespeare okudu onun dizelerini. Wordsworth o dizeleri modern Ingilizceye çevirdi. Sadece su örnek bile Chaucer’in ne kadar büyük bir ozan oldugunu göstermeye yeter: Hipokrat, ‘Ars longa, vita brevis’ demisti; yani ‘Sanat uzun, yasam kisa.’ Chaucer bu deyisi söyle çevirdi: ‘Yasam ögrenilemeyecek kadar kisa, sanat ögrenilemeyecek kadar uzun.’”