Anadolu’nun en ücra köşesinden, moda tabirle büyükşehre gelen, çocuk ve genç arası birisi idi o vakitler. Geldiği kültürden soyutlanıp yepyeni bir atmosfere giriş yaptı. İlk başta kılık kıyafeti değişti, sonra tüm hayatı…
Sosyal eleştiri boyutu olan, durum hikâyesinden yola çıkılarak gerçek hayatın içinden tasvirlerle yol alınıp, bir kişinin psikolojik durumunu yansıtan bir aşk ya da aşk'lar romanı olan Mezarlıktaki Yüzük-Mahpare Şerif’in ilk darbesini yedikten hemen sonra, imdadına yetişen bir ikinci aşk serüvenini konu alıyor. Bazen hiçbir şey insanın elinde olmaz ya, burada da öyle oluyor.
Sofradan dahi her seferinde yemek yemeden, ağlamaklı, içi dolarak, feryat figan basmamak için kendisini zor tutarak kalkan Şerif, deyim yerinde ise tam da tırlatmak üzere iken, diğer bir tabirle Nirvana’ya ulaşmak üzere iken imdadına yetişen ikinci bir yıldırım aşkıyla sarsılıyor. Buna engel olamayacaktı zira “beddua” yı almıştı bir kere, olan olacak ki; “ Yaklaşıyordu yaklaşmakta olan!” Birisi ile mutlu olma olasılığı çok düşük ve imkansızdı sanki, öylede oldu, bunu yazdığı “Akşam” şiirinin bir mısrasında dile getirirken ne de çok şey anlatıyordu.
Akşam olup da karanlık çöktüğü an,
Dertler çileler bedenimi sardığı zaman,
Kadehlerde teselli aradığım an,
Karanlığı yarıp da gelsen ne olur.
Ah Şerif ah!
İlkinde olmayan mutluluk, Mahpare ile de seni bulmayacaktı. Aynacının dediği gibi oluyordu, ah be aynacı:
-Ne kadar da çok şey biliyormuşsun?
Der ya ecnebi (yabancı):
“Aşk delicesine bir şeydir ancak, siz yine de ona güvenin!”