İrfan’ın dedesi bastonunu avuçlarının arasına aldı. Kuyuya bakıp iç çektikten sonra, “Ah yavrum ah! Siverek'in altı deniz gibidir. Nereyi kazarsan kaz su çıkar. Fazla değil, üç-beş metre kazman yeterlidir. Hele bahar aylarında, evlerin etraftaki çayırlardan kendi kendine süt gibi sular çağlar. Sokak aralarında, hemen hemen her evde bundan bir tane vardı. Siverek kuyularından çıkan su öyle gürül gürül akmaz, sükûnetle, ince bir sızı gibi akar. Hani bazı insanların bir yeri kanar, yavaş yavaş ince bir kan sızıntısı olur da durmaz akar ya, işte Siverek’in kuyuları da öyledir. Suyu buldun mu hiç kesilmez. İnce bir sızı gibi hep akar, akar, akar... Ancak içini kara taşlarla doldurursan kapanır.”
İrfan’ın dedesi burada durup biraz soluklandı. Sonra başını çevirip avluya baktı. Ancak bu bakış sıradan bir bakış değildi. Sanki etrafta acı çeken onlarca insan vardı ve yaşlı adam acı çeken o insanlara bakıyordu.
“Ne sırlar saklar bu kuyular kim bilir? Dışarıya taşmasın diye hepsinin ağzında demir kapaklar vardır. Dile gelseler de bilsek... Eskiden bazıları, kuyunun içindeki duvara küçük bölmeler yaparlardı. Yazın çıkan ürünler kış için bu bölmelerde saklanır ve bozulmaları önlenirdi. Kimilerine göre Siverek’teki bütün kuyuların anası, Siverek'in en eski meydanındaki ‘Kanlı Kuyu’ymuş. Onunla ilgili birçok hikâye anlatılır.”