19. yüzyil Fransiz edebiyatinin en güçlü kalemlerinden olan Maupassant'in hikâyeleri, hayatla sanat arasindaki sinirlari ortadan kaldiran cinsten. Hayat sanattan, sanat da hayattan kopuk degildir Maupassant'in estetik dünya görüsünde. Modern insanin "iç dünyasinin" detayli bir biçimde resmedildigi hikâyelerinde, doludizgin akan bir hayat sevincine paralel olarak, alttan alta isleyen melankolik, ürkütücü ve karanlik duygular da var. Maupassant'in hikâyelerinde dönemin toplumsal kompozisyonunda yer alan neredeyse bütün varoluslarin portrelerini bulmak mümkün. Yüksek sosyetenin çitkirildim hanimefendilerinden ve beyefendilerinden söz ettigi kadar izbe sokaklarda dolanan fahiselerden, yoksullardan da söz eder Maupassant. Alkolikler, uyusturucu bagimlilari ve deliler gibi toplumun çeperlerinde konumlanmis bireylerin hikâyelerini anlatan Maupassant'in, burjuva hayatina karsi "asagidakiler"den yana bir tavir aldigini söylemek olasi: Deliler beni çeker. Bu insanlar, garip düslerin olusturdugu gizemli bir ülkede, bunaklik denilen seyin o içine girilmez bulutu içinde yasarlar. Yeryüzünde gördükleri, sevdikleri, yaptiklari her sey, onlar için, esyalarin ve insan düsüncesini yöneten tüm yasalarin disinda, imgesel bir varolus içinde yeniden baslar. Keskin zekâ yaratici deha ile birlesince; ask, entrika, kin, umut, korku gibi insani duygulara bambaska açilardan isiklar düsülüyor Maupassant'in hikâyelerinde... (Tanitim Bülteninden)