İçimdeki bu aidiyetsizlik duygusu çok güçlüydü. İşte tam da bu nedenle Kierkegaard’un kitabı bende bu kadar büyük bir etki yaratmıştı. Çünkü kitapta oraya açılan bir kapı vardı.
Kırdaki zambak ve gökteki kuş.
Onlar Tanrı’nın Krallığı’ndalardı. Ve bizim için bu krallığa yol, onlardan geçiyordu, onlar gibi olmaktan.
Sahi neydi onlar?
Her şey onlar ve çevrelerindeki dünya ile aralarında bir aykırılık olmamasıyla ilgiliydi. Geleceğin olmamasıyla ilgili. Tanrı’nın Krallığı, kırdaki zambakla gökteki kuşun her zaman içinde yaşadığı anda gizliydi.
Kuş ânı yaşıyordu, bu yüzden atmacanın yavrularını alıp götürdüğü aynı yere son dört senedir tekrar tekrar yuva yapabiliyordu. Onun için geçmiş ya da gelecek yoktu, yalnızca bir zaman sonra doğacak olan yavruları ve yuvası vardı. Atmacanın gelip onları kapması o anda var olan bir gerçek değildi onun için, bu yüzden bunu düşünüp ona göre yaşamıyordu...
Kuşun başına gelen şeyler onun kontrolünde değildi, bu nedenle onu ilgilendirmiyordu.
Bizim için de böyle düşünmek mümkün müydü?
Başımıza gelen şeylerin bizi ilgilendirmediğini?
Böyle düşünmek bizi ızdıraptan ve acıdan özgür kılabilirdi. Bize Tanrı’nın Krallığı’nın kapılarını açabilirdi...
Karl Ove Knausgaard