Küçükken her yaz gittiğimiz tatillerde, babamın kiraladığı pansiyona vardığımız zaman abim ve ablam, henüz valizler bile açılmadan üzerlerindeki kıyafetlere aldırmaz, plajın yolunu tutarlardı. Babam, bu ani kayboluşlarından her seferinde tedirgin olur, annemin sözleriyle ancak sakinleşirdi. Bense fırsatını bulduğum ilk anda denize girmek yerine, balık tutanları izlemenin hayaliyle yanıp tutuşarak iskeleye gitmek isterdim. Balıklar! Ah o balıklar! Küçük, büyük olmaları fark etmiyordu benim için. Nedendir bilmem, oltanın ucunda, kıpır kıpır bir hâlde denizden çıkarıldıklarında sevindiklerini zanneder, acı çekiyor olabileceklerini aklıma bile getirmezdim. Şeffaf ağızlarını açıp kaparlarken sanki bana bir şeyler söylemek istediklerini düşünür, kovadan alıp kulağıma yaklaştırsam; son nefeslerinde, geldikleri âlemin gizli sırlarını fısıltıyla, bir çırpıda bana söyleyivereceklermiş sanırdım. Herkes emekliliğinde bir sahil kasabasına yerleşip balık avlamayı hayal etmiştir. Emeklilik, yaşlılıkla birlikte geliyor. Zamanla toplum dışına çekilmenin en görünür hâli olan yaşlılık ve yaşlılar, Nevzat Sazak hikâyelerinde merkeze yerleşiyor. İnce bir duyarlığın üzerine inşa ediyor hikâyelerini. Toplumda dışa çekilmiş, dışta kalmış, kendini soyutlamış insanlara eğiliyor. Üstelik sadece balıkçılar değil, avcılar, fizyoterapistler, kâtipler, makinistler, garsonlar gibi pek çok kişi üzerinden doğayla ilişkimize, yaşlılığa, ölüme ve yaşama eğiliyor. Ölüme yaklaşan anların hikâyeleri Eşkina’nın Gözleri’nde.