“Beyaz bir hayalet kadar sessiz ve hareketsiz bu örtülü kadinla yalniz kalirdim. Kürege geçer, ters yöne dogru çekmeye baslardim. Açiklara dogru uzaklasirdik. Yeterince uzaklastigimiza karar verdigi bir anda kollarini bana uzatirdi. Bu yanina oturmak için bekledigim bir isaretti. Ona dokundugumda titrerdim. Bu ilk temasla içime ölümcül bir güçsüzlük çökerdi. Basörtüsü Dogru kokuklarina bulanmis olurdu. Vücudunun temasi diri ve soguktu. (...) Günümüz Türk kadinlarinin unutmaya yüz tuttuu uzun etekli bir ceket giymisti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sari ipekten bir pantolon, yaldizli terlikler içindeki küçük ayaklarinin bileklerine kadar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömlegi, gülsuyu kokan amber rengi dolgun kollarini açikta birakiyordu. Esmer saçlari sekiz parça halinde örülmüstü. Bu örgüler o kadar kalindi ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadinin mutlu olmasi için yeterli olurdu. Insan bu inci tanelerini, bu kasilmis kirmizi dudaklari ve olgun bir kirazin etinden yapilmisa benzeyen dis etlerini öpmek için ruhunu satabilirdi. (...) Metresine hayranlikla bakiyordum. Müzigin kulaklari yirtan gürültüsü, kokulu nargile dumani yavas yavas sarhosluga neden oluyordu. Geçmisin silinmesi ve hayattaki kötü anlarin unutulmasi anlaminagelen Dogu’ya özgü hafif sarhosluk yayiliyordu.“