Mavi kot pantolon, beyaz, sade bir tişört giymiş, elinde tuttuğu sigarasıyla motoruna yaslanmış, doğumundan çok da zaman geçmemiş olan güneşi tam üstüne almış, karman çorman salaş saçlarının arasından tek elini umarsızca geçirirken yakalamıştım onu.
Gözleri beni bulduğunda hem dünyanın en sıradan şeyini görmüş gibi rahatını bozmadan, hiç doğrulmaya bile gerek duymadan aynı şekilde durmaya devam etmiş hem de dünyanın en özel şeyini görmüş gibi beni yıkan, yenen, ezip geçen o güzelim dudaklarını kıvırıp, ne hale geleceğimi hiç düşünmeden fütursuzca sırıtmıştı. Bir film sahnesini izliyordum sanki. Tam anlamıyla James Dean gibiydi.
Ama hepsinden daha önemli bir şey vardı; yerinden çıkacakmış gibi atan, çığlık çığlığa bağıran
kalbimin sesi.
Zamanin ötesinde, başında veya sonunda başlayan tutkulu bir aşk...
Kadere karşı açılan savaşa yenik düşmemek için çırpınan genç bir adam...
Oynanan büyük oyuna boyun eğecek mi?
Bu aşk bu acımasız oyunu ya bozacak ya da kaderini bastan yazacak...