Hiç bir söylence, hiç bir efsane durduk yere ortaya çıkmaz. Her efsane içinde yaşanılan çağın, zamanın, toplumun, insanın derdini, sorununu, hikâyesini anlatır ve adı üstünde efsane olduğu için abartarak anlatılır, kulaktan kulağa aktarılarak yaşatılırken, büyüdükçe büyür ve giderek efsaneler gerçeği-hakikati, doğruyu örter, gizler, saklar hale gelebilir. Efsanenin çevresinde öylesine göz alıcı, parlak, büyüleyici bir hale oluşur ki, bu göz alıcı ışık giderek bir yanılsamaya, hatta körleşmeye neden olabilir.
Yılmaz Güney adı etrafında oluşan efsanede de benzer bir durum söz konusudur. Efsane Yılmaz Güney'i değil, gücüyle olduğu kadar güçsüzlüğüyle, zaaflarıyla, insan Yılmaz Pütün'ü unutmamızın, hatırlamamamızın nedeni de bu durumdur belki... Oysa efsanenin ardında, yapıtlarıyla olduğu kadar kısacık yaşamıyla, bir insanın trajedisi vardır. Belki trajedi de, trajik olan da bir maskedir ve bu maskeyi çıkarttığımızda gördüğümüz yüzdeki gülüş, Yılmaz Güney'in bakışlarındaki insan sevgisi, içten tebessüm tek hakikattir, onun trajedisinin tek gerçeğidir.