“Eşikten içeri bir adım atmıştı ki Gülsüm Ana gözlerini çivi gibi dikmiş bakıyordu. “Melike” dedi, soğuk, bıçak ağzı gibi bir sesle “Nereden geliyorsun?” Melike’nin tüm sevinci uçup gitmiş, pembe yanakları buz gibi donmuş, apak kesilmişti.
Gülsüm Ana, Melike’nin yalan konuşmayacağını biliyordu. Onu yalansız dolansız yetiştirmişti. Öldürseler kanı akmaz, yalan söylemezdi. Sorusunu yineledi. “Melike nereden geliyorsun?” Melike’nin Gülsüm Ana’ya söyleyecek hiçbir sözü yoktu. Hüzünlü bir suskunluk içinde duruyor, kendini göstermek istemiyordu. “Melike” dedi Gülsüm Ana. “Kapının sürgüsünü çek, yanıma gel.” Melike aş odasının kapı sürgüsünü bir utancı hapsedercesine kapattı. Gülsüm Ana döşeğine oturmuş, Melike’yi süzüyordu. Melike bir utancın ağırlığı altında ezile büzüle Gülsüm Ana’nın önüne geldi. Gülsüm Ana, Melike’nin önce gözlerine sonra yüzüne baktı.”
Anadolu bozkırında kadınların yıllardır süregelen kara yazgıları, göklere ağan ağıtları hiç bu denli çarpıcı anlatılmamıştı.
Hele durun, bir yol kulak verin!