Luis’in kitabında beni etkileyen şey, birçok ülkeye ve birçok kültüre yayılmış bu uzun yaşamın içerdiği zenginlik ve çeşitlilik olmuştur. Bir yaşam ki ortaçağdan modern zamanlara dek ulaşmış. Gerçeküstücülükten geçen, İspanya İç Savaşı’nı yaşayan, oradan Hollywood’a ve Meksika’ya kadar uzanan bu yaşam, yalnızlık ve nüktelerle sürmüş, dostluk ve düş gücüyle sarmalanmış. Kimi zaman melankolik de olabilen bu iyimser ermişin bakışı, günümüzün en keskin ve en derin bakışlarına açık kalabilmiş.
Kitapta bana ilginç gelen bir başka şey de, pikaresk bir İspanyol romanı gibi, hayatını molaların ve anekdotların tadını çıkararak, keyifli bir şekilde geçirmiş olması... Ama bir an gelir, ansızın durur Luis ve yolunun üstündeki bir ağacın dibine oturarak, önemli şeylerden söz etmeye koyulur: Şarap, Tanrı, düşler ve ölüm gibi. Sonra kalkar ve güneşin aydınlattığı yoluna devam etmeye koyulur.
Yaşadığı çalkantılı yüzyılda, kimi zaman muzırlıkları da olan şaşırtıcı bir serüveni sergileyen bu kitap, daima geçerli olmuş kalıcı bir yanıtı da içermektedir: Yaşamın dizginlerini elimizde tutabilmemiz için ihtiyacımız olan tek şey, sağlam moral değerlere sahip olmamızdır.
Peki ama, bizi biz yapan unsurlar nelerdir? İşte, bu ezeli ve ebedi soruya yanıt olabilecek bir girişim. Bu kitap, herkesin yaşamında olduğu gibi, rastlantı ve özgürlük arasında dengesini bulmuş bir yaşam serüveninin gizlerine ve yazgısına tanık ediyor bizi...