Şu sıralar düşünmek ve kendimi dinlemek için oldukça fazla vakit buluyorum. Kimi zaman Mevlana’nın yaklaşan ölümünü bir düğün gecesine benzettiği geliyor hatırıma. Dudaklarımda acıyla yoğrulmuş bir tebessüm beliriveriyor. Ölüm ve düğünün bir ahenk içinde yan yana bulunabilmesinin sıradan bir yaşama muvaffak olanlar için ne denli tuhaf olduğunun farkındayım. Ancak ölümü kurtuluş olarak görenlerin benimseyebileceği türden tuhaflıklardan…Öyle ya da böylekendi “Şeb-i Arûs’um” geliyor işte! Mevlâna’nınkinden farkı; beni heyecanlandıran kısmının sonsuz hayata atılan ilk adımdan çok şu anki hayatımın, çektiğim ıstırabımın ve kâbuslarımın son bulacak olması.
Ama o gün gelmeden önce kendime vazife edindiğim son bir şey daha var. Orada olanları anlatmalıyım... Evet, ulaşabildiğim, uzanabildiğim herkese, hatta belki de tüm cihana anlatmalıyım. Üzerinde hayat bulduğucihana neredeyse dilsiz kalan o topraklarda,bahtsız gözlerimin şahit olduğu her kareyi, her anı, kelimesi kelimesine aktarmalıyım. Güle’nin, Abuş’un, Elif’in, Nazo’nun, Hati Ana’nın ya da Molla Mehmed’in hikâyesini, ana babaların çaresizliklerini, evlâtların sahipsizliklerini, açlığın ve Ermeni zulmünün pençesinde can veren insanların hikâyesini anlatmalıyım.