Isparta’da, 46 yıl önce bir sınıf dolusu ilkokul öğrencisi, tam da yatılı okul ve kolej sınavlarına girecekleri sırada oradan ayrılmak üzere olan öğretmenlerine birer mektup yazarlar. Bunca zaman kaybolmayan mektuplar günün birinde Tufan Teksoy’a ulaşır. Bu içten çocuk mektupları, büyüdüğü ve aile köklerinin bulunduğu kente tutkuyla bağlı olan Teksoy’a Isparta’yı anlatmak için güzel bir fırsat sunar. Dertlidir, çünkü Isparta deyince herkesin aklına sadece gül, halı ve Sayın Süleyman Demirel gelir.
“Ben size hızla değişen kentimden söz edeyim. Orada yaşanan, tanık olduğum hayatı, ona eşlik eden mimariyi, Yılmaz Güney’i, Gustav Oelsner’i, belki bir kilisenin parçasıyken ya da bir mezar taşıyken sokağımızdaki arığın üzerinde bize köprü olan, her gün bilmeden üzerine basarak geçtiğimiz taşı, kadınlar hapishanesini, halı dokuyan mahpusları, bir öğretmenin onlarca küçük çocuğun hayatını nasıl değiştirebildiğini, halı tezgâhlarının kadınlar için ne anlama geldiğini, bambul arılarını, klasik Rus filmlerinden çıkmış bir figür gibi at üstünde köylere teftişe giden babamı anlatmak istiyorum. Bir akademisyen arkadaşım, ‘Isparta’nın modernleşme tarihinde gündelik hayat sosyolojisi yapacaksın yani’ dedi. Valla anlatacaklarım o kapsama girer mi ben bilmem, sosyologlar karar versin.”