Mutsuz bir şekilde etraftaki insanların arasında dolaşırken, etrafında dolaşan insanların da mutsuz olduklarını fark etti. İnsanlar mutsuz olmak için sürekli bahane mi üretiyorlardı ne? Halbuki şundan emindi, etraftaki insanlardan bir teki bile gülümsese her şey bir anda güzelleşebilirdi.
Yaşamın olağan seyri içinde gözden kaçırdığımız onlarca şeyden belki de en önemlisi, bazen bizi en çok üzen kişinin yine kendimiz olduğunu bir türlü fark edemeyişimizdir. Kendi öz dertlerimizi, mesnetsiz yakarışlarımızı ve hüsranla sonuçlanan yanlışlarımızı hesaba katmadan faturayı daima başkalarına kesmek konusunda pek cömert davranırız.
Bardağı taşıran son damla, bardaktaki damlaların tümünün günahını sırtlanmak zorunda kalır ve elbette kimse kendisine ait olmayan bir faturayı ödemek istemez.
Bilahare gözleri görmeyen kaplumbağa, bir ağaca tosladığında dünyanın en büyük problemi ile karşı karşıya olduğunu düşünebilir. Geri dönemez çünkü hızı hesaba katıldığında geri dönülemeyecek kadar uzun bir yoldan gelmiştir. Devam da edemez çünkü ağaç ona geçit vermeyecektir. Eğer biraz insansı hislere sahipse sağa ya da sola gitmeyi, yani bakış açısını ve seyrini değiştirmeyi de bir an olsun aklına getirmeyecektir. Öylece bekleyip dünyanın en şanssız kaplumbağası olduğunu düşünerek ve “Neden ben?” sorusu ile dövünerek tüm ömrünü heba edecektir.
Shakespeare, “Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene bir daha asla geri dönmez.” der. Bu sözden ilhamla tek seferlik güvenilirliğimi şimdi burada kullanmak istiyorum. Güvenin bana: İnsanın kaplumbağaya dönüşmeden önceki birincil görevi bu olmalı, kişi bir şekilde kendi kendini mutlu edebilmenin yolunu bulmalı ve bunu kesinlikle bir başkasının yapamayacağını bilmeli.