Dünyanın en büyük armadasıyla Çanakkale Boğazı’na yapılan saldırıdan on iki gün önce, İstanbul’da yaşayan ailesinden güzel bir haber uçurulmuştu Hasan Üsteğmen’e; kızının doğumu müjdelenmişti. Uçmuştu sevinçten. İzin verilmesine rağmen İstanbul’a gitmemiş, adının Didar olmasını vasiyet ederek yavrusunun yüzünü görmeden, koklayamadan şehit olmuştu. Sonrası benim için muammaydı. Hasan Üsteğmen’in ardında bıraktığı Didar’ına, sevgili eşine ne olmuştu? Onları nasıl yaşam kavgası kucaklamıştı? Yitip giden umutları yeşerme şansı bulmuş muydu? Başka yavrusu var mıydı? Geride kalanlar gözyaşlarını gülücüğe çevirebilmişler miydi? Babasız büyümenin hazinliğini bebekliğinden bu yana yaşayan Didar, ayakta kalabilmiş miydi? Savaşa da, Cumhuriyet gibi köklü değişime de tanıklık etmiş bu insanların bilinmeyen dünyalarına dokunabilmek için fırtınalar esiyordu benliğimde. Lakin ya yeterli belge yoktu ya da ben bulamamıştım. Tarihe tanıklık etmiş yüreklere el vermek istesem de, karanlıkta ışıksız dolaşıyor gibiydim. Profesyonelce çalışan tarih araştırmacısı değildim ki ben. El yordamı ile arıyordum ama tüm hücrelerimle istiyordum bulmayı. Bir şeyin gerçekleşmesini çok istiyorsan dileğin olurmuş, derler. Mucize bekliyordum. Bir ses… Bir nefes… Aramaya devam…