Eski zamanların, kaotik zamanlar olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Bu efsanevi, kadim ve yitip gitmiş zamanlar, zaman okyanusunun eşsiz kuytuları. Hele de benim gibi makine uygarlığının kurallarını çiğnemiş bir kaçak iseniz.
On dördüncü yüzyılda, Galata Limanı’nı kuş bakışı gören yüksek tepenin üzerindeyim. Liman, Osmanlı İmparatorluğu’nun en çok işleyen, sadece ticaret ve köle gemilerinin kaptanlarının ve denizcilerinin bilinmeyen, kulaktan dolma öyküler sayesinde tanıdıkları, gizlerle dolu kentlerine seyahat etme cesaretini gösterdikleri, gemilerini demirledikleri bir liman. Efsanelerin ve gerçeklerin birbirine karıştığı limanı olabildiğince uzaktan, beni kimsenin fark ve rahatsız etmeyeceği bir tepeden gözetliyorum. Orta şiddetteki rüzgâr sırma kumaştan koyu yeşil kaftanımın eteklerini savuruyor ve kavuğumla, yüzümü gizleyen siyah pelerinimin başlığını sıkıca tutmamı zorlaştırıyor. Pelerinimin başlığı her daim yüzümü gizliyor. İnsanların içine karışmamaya gayret ediyorum. Aralarına girmeye mecbur kalırsam bana yakın olmalarından kaçınıyorum. Onlar da benden uzak duruyorlar. Beni tanıdıkları, hakkımda herhangi bir bilgi sahibi oldukları pek söylenemez. Zaman nehrinin ânındaki insanlar bilinmeyen karşısında derin bir korku duyuyorlar. Bu nedenle benden de korkuyorlar. Farkındayım ve şikâyetçi değilim. İnsan bedenimi görmelerine defalarca izin verdim. Limanda, çarşıda, pazarda, şehir merkezinde, kervansaraylarda. Onlarınkine nazaran daha iri olan bedenimdeki ve ifadesiz yüzümdeki tuhaflığı fark ettiklerini ancak adlandıramadıklarını biliyorum. Onların zamanında yaşamak istiyorsam, onlara fazla yakın olmamalıyım. Çünkü yaşlanmadığımı eninde sonunda anlayacaklar. Onlara açıklayamayacağım sırlarım var. Ben uygarlığının kurallarını çiğnemiş bir kaçağım. Üç bin sekiz yüz altmış senesinden bin beş yüz on iki senesine kaçan insan görünümlü bir siborgum. Gelecekten geçmişe iltica eden bir makine zekâlıyım. İşte bu yüzden saklanmalıyım.
Nihan Sarı