Her sürgün; kopan fırtınada savrulan bir ekin tanesi, saklı gizli bakışların mahrem acısı ve her sürgün bir mezarlıktı aslında. Bazen gün ışığını üstünüzden çekip karanlığa ve yalnızlığa iten, bazen de umuda gidilen yolda bilinmez diyarın garip misafiri.
Herkesin nefesinin birbirine karıştığı havasız ortamda solumaya çalışarak vardık gittiğimiz yere… Günahsız ve masum çocuklar öyle güzellerdi ki…
Bu çocuklar, yaşayamadıkları coğrafyada, makûs kaderlerine mahkûm edilmişlerdi. Anlamını yitiren isimleriyle, başka ülkelerde umut ve yaşam sevinci arayacaklardı…
Tüm bedenim donmuş gibiydi. Herkes çırpınıyordu. Tarifi imkânsız acı çığlıklara şahit oluyordum.
Burası cehennemdi. Üstelik hacimsiz cehennem! Var olduğu müphem. Yer kapladığına inanmak için, aklınızı yitik labirentlere sokmanız, duygularınızı şeytana satmanız gerekirdi…
Öte dünya, burasıydı işte. Tam da öte dünyanın cehennemi… Peki, ya içindekiler… Günahkâr mıydılar gerçekten