“Saatin tam olarak kaç oldugunu kimse bilemiyordu. Saatler çakismiyordu. Ayni yönde ilerlemiyordu. Bir saat Ufakligin çetesinin göstericileri ikiye bölüp, kalabaliga yandan saldirmasini gösteriyordu. Not defteri ve ses kayit cihazi olan gazetecinin pusudaki saatiyse, neredeyse saniyesine varincaya kadar ilk kan damlalarini, sag tarafta beklenmedik bir sekilde açilan yaralari, yaylim ateslerini, rasgele çarpan, kalabaligi döven, önüne gelen herhangi bir bacaga, herhangi bir yüze vuran, nasil bir haykirisa neden olacagina aldirmayan demir sopalari kaydediyordu. Su ya da bu olsun, tüm saatler hayat gibi kirilgandi ve darbelerden kaçma gayretiyle her yöne kosan insanlari görmemek için paramparça oluyorlardi.“
Haiti’nin bagimsizliginin iki yüzüncü yili kutlamalarinda geçen, “sokaklara dökülenlere“ adanmis bu roman Haiti’nin yakin tarihine isik tutuyor.
Tarihsel kayitlarin o uzak, mesafeli, sogukkanli dilini kiran yazar, barisçil bir yürüyüsün adim adim nasil kana boyandigini aktarirken, tarihin merhametsizce ezdigi bir gencin hikâyesini yakin, sevecen bir dille anlatiyor.
(Arka Kapak)
Tepenin eteklerine vardiginda ögrenci barisçi olmayi seçmekle dogru yapip yapmadigina artik emin degildi. Kardesininki gibi bir silahi olmadigina pismandi. Sadece moral bozmaya yarayan birkaç slogan degil, gerçek bir silahti kastettigi. Insanlar hakaretlere karsi vurdumduymazdi ve bu tür incitici darbelerle savasi kazanmak mümkün degildi. Bir silahi, hakiki bir silahi olsun istiyordu. Bu silah düsmani yaralayabilmeli, teninin dikkatini çekebilmeli, onu somut tarafindan yakalayarak can alici bölgelerine ulasabilmeliydi. Ufaklik devamli demiyor muydu, insanin etine zarar verilmeliydi, dünyayi degistirmek isteyen ete, tene saldirmaliydi. Onunsa eski bir dilbilgisi kitabindan baska silahi yoktu. Zengin oglanlara özel ders verdiginde hissettigi can sikintisina karsi açtigi savasi hep kaybeden dandik bir kalkandi bu kitap. Dünyaya girebilmek, kirayi ödeyebilmek, annesini kayip kralliginda ziyarete gittiginde hediyeler satin alabilmek için gerekliydi bu dilbilgisi kitabi. Sigara alabilmek için de. Sigaraya hâlâ ihtiyaç duyuyordu. Isvereni olan doktordan parasini almaya gittiginde, doktor hep sigara ikram ederdi. Ama sadece ödeme günlerinde yapardi bunu. Sadece pazarlari. Bunu kasten yapardi çünkü sadece fakirler maaslarinin ardi sira kostururlardi pazarlari. Asla haftanin diger günlerinde degil. Televizyonun önüne yerlesmeden önce, özel dersin nasil gittigine kulak verebilmek için çalisma odasinin kapisini açardi doktor. Sonra kayitsizca ve aceleyle bir merhaba derdi. Sigara ikrami ve bir nebze konusma sadece ödeme günleri söz konusu olurdu. Kirli bir teklif. Sembolik bir iskence. Bundan kendini koruyabilmek için, ögrenci parasini almaya gitmeden önce ufak bir dükkândan birkaç sigara satin alirdi. Sigaralarini Hakiki Port-au-Prince’li Bakkali’ndan almayi tercih ederdi. Tepenin etegindeki. Genellikle üç sigara alirdi, nadiren de dört. Sonra, sözsüz bir anlasma sonucu, kendiliginden söyleniveren bir yalan, ortak bir yanilsama gibi, bakkal eski bir bos paket çikartip ögrenciye uzatirdi. Ögrenci paketi alir, mutlu mutlu bu harikalar harikasi nesneye bakar, dudaginda gezdirir, sonra içine üfleyip sigaralarini koymak için düzeltirdi. Daha düzgün görünmek için. Doktor, kendisinden oglunun ilerlemesi hakkinda bilgi aldiktan sonra Lucien’i salona davet edip ona Benson and Hedges’in en uzunundan ikram ettiginde kibarca tesekkür edip kendi sigarasini tercih ettigini söylerdi. Bunun üzerine doktor söyle derdi: Gençlerin yerel renklerden tat almayi bilmeleri iyidir. Azicik milliyetçiligin zarari olmaz. Ögrenci, zenginlerin karnini bir evet ya da bir hayirla açiveren, sonra da hiçbir sey olmamisçasina kapativeren cerrahla esitmisçesine tüttürürdü sigarasini. Ikisi de sanki birbirleriyle ilgileniyormus, ortak noktalara sahiplermis, eski ahbaplarmis gibi Fransizca derslerinden, ahlaktan, ergenlikten dem vururlardi; sigaralarindan çikan duman baslarinin üstünde birbirine k